"Hikâyeyi şeytan tarafından hiç dinlemedik. Çünkü bütün kitabı Tanrı yazdı."
– Anatole France
Korkunun yaklaştığını hissettiğinde kaçmak istersin. Ayakların geri gitmek istemez, senden kopmak isterler. Özlediğin ve dönmek istediğin yerleri es geçmek istersin. Çünkü orada büyük bir korkuyla yüzleşebilir, aradığını bulamayabilirsin.
Zamanında bir ihanetle başlamış bu hikâye. Kardeşleriyle mutlu, huzurlu bir şekilde hayatını sürdüren Kızıl Alev'in Ejderhası, bir gün kardeşlerinin güçlerini çalmaya karar vermiş. Otorite sahibi biri olmak, her şeyin kendisinden sorulmasını istemiş. Fakat kardeşleri, bunun imkânsız olduğunu; tek bir düşüncenin ideal bir yönetimde bulunamayacağını dile getirmiş.
Kızıl Ejderha, iyileştirmeyi, yaşamı ve bunlar arasındaki dengeyi temsil edermiş. Evrenleri kurmak için yeterli güce sahip değilmiş.
Mavi Ejderha ise duyguları, barış ve savaşı; en önemlisi cesaret ile özgüveni temsil edermiş.
Sarı Ejderha, ışığı, dengeyi, yönetimi ve asaleti barındırırmış.
Mor Ejderha, karmaşayı ve döngüsel afetleri tasarlar, ruh gücünü yaratılanlara üflermiş.
Pembe Ejderha, kuralları belirler, bilgiyi aktarırmış.
Yeşil Ejderha doğayı, toprağın çeşitliliğini temsil edermiş.
Turkuaz Ejderha ise sıvı dengesini korur, hayatın devamlılığını sağlayan döngüyü sürdürürmüş.
Kızıl Ejderha, kardeşlerini reddetmiş ve yoklukla bir birlik kurarak evreni yaratmış.
"Yokluk, bu evrende var olmayan bir güçtü." diye başlamıştı sözlerine Ejderha Ateşi'nin ilk sahibi.
Ogma, karşımızdaydı ve bize hikâyeyi baştan anlatmıştı:
"Yokluk ve hiçlik en karanlık ejderhadır." diye tanımlamıştı onu. Gardenia'ya, onunla birlikte gizlenen mesajlarla sürülmüştü zamanında.
Mavi Ejderha intikamla uyandığında, tılsımlarda ruhu parçalanmış şekilde bulmuş kendini. Ogma, başından beri Gardenia'da tutsak bir ölümsüz olarak yaşamaktaydı. Tarzını yenilemişti; saçları bu döneme aitti ve tıraş köpüğü kokuyordu.
Roxy, Ogma olayını öğrenir öğrenmez onu Alfea'ya getirmişti. Sormak istediğim bir soru vardı. Karşımdayken sormadan edemezdim:
"Tılsımlardan birine ulaşmaya çalışırken, bana her şeyin sebebinin annem olduğunu söylemiştin."
Ogma derin bir nefes vererek karşıma oturdu:
"Annen her şeyin değil, Mavi Ejderha'nın uyanmasının sebebi. Tılsımlar bölündüğünde Kızıl Ejderha ateşi içinde parçalanmıştı. Kızıl Ejderha, hiçliğin emici gücü sayesinde Mavi Ejderha'nın ve diğer kardeşlerinin güçlerini emdi. Annen, arkadaşları gücünü kaybedince zamanında yapılanı tekrar etti. Ejderha Ateşi'nden parçalar bölerek onları dağıttı. Böylece Mavi Ejderha uyanmaya başladı. Zamanında bende olduğu gibi, yeni koruyucunun içinde iki ateş var olacaktı: mavi ve kızıl."
Bu hikâyeyi dinlediğim sırada yalnız değildim. Yanımda Müdire Mirta ve Roxy de vardı.
Müdire Mirta:
"Bloomix gücünün aktifleşmesiyle uyanmış."
Ogma:
"Aynen öyle."
Roxy:
"Peki tılsımlar seninle birlikte aktifleştiyse, zamanında Palarus onları neden gezegenlere dağıttı?"
Ogma arkasına yaslanarak cevapladı:
"Palarus, hikâyeyi hiçbir zaman tam olarak bilmiyordu. Onun iki kişiliği vardı. Çünkü Kızıl Ejderha ateşi içinde karanlığın enerjisi bulunuyordu. Hekate bile bunu bilmiyordu, bilseydi hemen buna düşerdi. Karanlığın enerjisi sayesinde Palarus'un zıt kişiliği uyanmaya başladı. 'Dark Palarus' adı verilen bu kişilik, ikizini fark etmeye başladığı anda tılsımları güvende tutmak istedi. Bir şekilde işine yarayacağını düşünüyordu, belki."
Müdire Mirta:
"Zamanında Bloom'da da benzer şeyler yaşanmıştı."
Ejderha Ateşi, bir laneti de beraberinde getiriyordu.
Mavi Alev'in gücü bende olmasaydı, büyük ihtimalle aynı şeyleri ben de yaşardım...
Harika! Kaldığım yerden düzenlemeye devam ediyorum. İşte devamı:
Sohbeti orada bırakıp odama doğru ilerlemeye başladım. Hector ve Sirius'u dışarıda kavga ederken gözlemledim, fakat sorunlarını soracak hâlim yoktu. Odaya giderken Ava'ya rastladım; elinde telefonu vardı, göz makyajı akmıştı — ağladığı belliydi. Ne olduğunu sormadan,
"Kharon'la ayrıldık," dedi.
Gerçekten iyi bir arkadaşlık yapacak havada değildim.
"Olur öyle şeyler, takma kafana," dedim yalnızca.
Odama girince Helios'u camdan dışarı bakarken gördüm. Yanına ilerleyip sordum:
"Senin neyin var? Herkes bir dökülmüş."
Helios, kafasını bana doğru çevirip ellerini kollarının arasına aldı.
"Bir şeyim yok. Valen için endişeleniyorum," dedi.
Ukala bir şekilde:
"Sen endişelenir miydin?" diye karşılık verdim.
Bu sözüm üzerine saçlarını eliyle geriye atıp ciddi bir ifadeyle kaşlarını çattı:
"Sizin için bundan ibaretim, değil mi? Umursamaz, kendini çok seven, başkasını düşünemeyen... Bazı şeyleri örtmeyi böyle başarıyorum ben. Bana bunu söyleyen kişi ne yapıyor? Bir kızı sevdiğini bile söyleyemiyor!"
Söylediği anda ayağa kalktım, gerginliğimi koruyamıyordum:
"Durumlar farklıydı! Bunu sen de biliyorsun! Hayatında biri olup olmayacağını bilmiyordum. Kusura bakma, senin gibi çorap değiştirir gibi kız değiştirmediğim için."
Bu sözüm üzerine yüzüme tokat yedim. Hızla odayı terk etti. Söylediklerime karşılık bir tokat "hediye" etmişti. Haklıydı. Belki de sınırımı fazlasıyla aşmıştım. Gerginliğimi onun üzerinden çıkarmıştım.
Huysuz bir gün ve gece geçmişti. Sabah olduğunda yeni bir görevimiz vardı: Domino'ya bir ziyaret gerçekleştirecek ve oradaki tılsımı alacaktık.
Ogma, geldiği gibi kitabı açmasını istediğimizde bunu başaramadı. Kitabın kilitli kalmasını sağlayan başka bir tılsım olduğunu düşündük. Ogma böyle bir tılsım olmadığını söylese de, denemekten zarar gelmezdi.
Helios benimle hiç konuşmuyordu. İkimizin de birbirimize özür borcu vardı, fakat şu an odaklandığımız şeyler daha farklıydı.
Gemide yine sessiz bir ortam hakimdi. Bu ortamı bozacak bir Sirius da yanımızda yoktu. Hector'la aralarında bir olay olmuş olmalı ki, bu göreve eşlik etmek istememişti. Lyna karşımda oturmuş kitap okuyordu. Arada bir gözü de üzerimdeydi. Zamanı değildi ama bir adım atmak için fena bir an sayılmazdı.
Yanındaki koltuğa oturup gözlerimle ona sorular sormaya başladım. Bakışlarımdan konuşmak istediğimi anlar şekilde kitabının arasına ayraç koydu ve rahatça soru sorabileceğimi işaret etti.
"Ne okuyorsun?" diye sordum.
"Gurur ve Önyargı. Jane Austen'in kitabı," dedi.
Dünya klasiklerine ilgi duyduğunu bilmiyordum. Bakışlarımla adeta "Dünya ne alaka?" dedim.
"Dünya'yı seninle birlikte tanımadım. Annem bana hep oradan klasikler önerir, okumamı söylerdi," dedi ve bakışlarıma karşılık verdi.
"Peki, dünya klasiklerinde ilgini çeken şey neydi?"
Kafasını arkaya yaslayarak yanıtladı:
"Dünya klasiklerini okuduğumda insani duyguları daha iyi anlıyorum. Duyguları daha çok işliyorlar, onları ön plana çıkarıyorlar. İnsanların mantık algısının hiçbir zaman çok gelişmediğini düşünüyorum. Hep düşüncelerinin esiri olmuşlar ve ona göre yönlenmişler."
"Mantık her işin içindedir. Mantığını kullanmazsan çizelge kuramazsın. Yani duygular hiçbir zaman ön planda değildir; gerektiğinde kullanılacak en iyi silahtır," diyerek düşüncesine katılmadığımı belirttim.
Lyna hafifçe gülümseyerek bana döndü:
"Kardeşin bir uçurumda, diğer insanlarla beraber. Ama sen sadece kardeşini tanıyor ve biliyorsun. Diğer grup daha kalabalık ve kurtulma ihtimalleri kardeşine göre daha yüksek. Kimi kurtarırdın?"
"Tabii ki kardeşimi. O benim en yakınım," dedim tereddütsüz.
Lyna ayağa kalktı:
"Demek ki mantık bir yere kadar ilerliyor. Duyguların esiri olmaktan kaçamıyorsun," dedi ve lafı bana güzelce soktu.
Lyna, sandığımızdan daha zeki bir kızdı. Sessizliği tercih etse de, içinde yanıp tutuşan savaşçı bir yanı vardı. Aramızda kendisini en iyi tanıyan da oydu.
Elbette, hikâyenin kalan kısmını da aynı özenle ve akıcılıkla düzenlemeye devam ediyorum. Kaldığımız yerden itibaren düzenlenmiş hâli şöyle:
Gemiyle ilerlerken bir anda sarsılmaya başladık. O esnada ayakta duran Lyna kucağıma doğru düştü. Ne olduğunu anlayamadığım için onu sıkıca tuttum ve korumaya çalıştım.
Bizi Domino yolculuğumuzda taşıyan geminin kaptanı bir Kızıl Çeşme uzmanıydı. Ne olduğunu sorduğumuzda, Domino'nun yanardağlarından geçtiğimizi söyledi. Az kalmıştı. Uzun zamandır uğramadığım evime nihayet yaklaşmıştık.
Gemiden iner inmez halk bizi karşılıyordu. Herkes hoş geldiğimi söyleyen tezahüratlarla bana sesleniyordu. Bu ilgiyi gerçekten özlemiştim.
Sarayın kapısından içeri girer girmez annemle babam beni karşıladı. Annem alaycı bir tonla,
"Prens Duncan," diyerek bana sarıldı.
Babamla da aynı şekilde selamlaştıktan sonra hepimizi yemeğe davet ettiler.
Babam,
"Bu işler bittikten sonra Eraklyon'a da bir uğraman gerek oğlum. Oraya da seni göstermemiz lazım. Yoksa Ronald bütün ilgiyi alacak," dedi.
Ava ise,
"Pavyoncu Ronald'dan mı bahsediyor baban?" diyerek babamın içtiği şarabı püskürtmesine sebep oldu. Ben de oldukça mahcup olmuştum.
Annem,
"Sky, misafirlerimiz var. Yaptığın hoş mu?" diyerek babamı azarladı.
Babam şaşkın bir şekilde,
"Pavyon derken?" diye sordu.
"B-baba, şöyle ki... Ronald'ın krallık işleriyle pek ilgisi yok zaten. Müzik ve eğlence mekânları işletiyor," dedim.
Babam, şaşkın bir ifadeyle anneme baktı.
Annem gülerek,
"Olabilir canım. Biz de düşmanı yenip akşamına şarkı söylüyorduk," dedi.
Domino'nun, özellikle de annemin verdiği enerjiyle ortamdaki gerginlik biraz yumuşamıştı. Herkes anın tadını çıkarıyordu.
Yemekten sonra Domino'yu yavaşça gezdirmeye başladım. Aile Anıları Odası'na geldiğimizde aile ağacımızı gösteren tabloları incelemeye başladık.
Lyna,
"Bakın, Palarus en üstlerde," diyerek eliyle gösterdi.
Helios da ekledi:
"Palarus gelene kadar ailenizde kızıl gene dair hiçbir şey yok. Orijinal Dominolular kahverengi saçlı ve buğday tenli gibi görünüyor."
Hector yanıma yaklaşıp,
"Annenin kuzenleri neden yok? Oritel'in kardeşlerinin çocukları olmamış mı?" diye sordu ve ağaçta o kısmı gösterdi.
Ben de,
"Annemin kuzenleri zamanında kaçırılmış diye duymuştum. Domino'nun varlığında köylü cadılar bir süre yaşamlarını sürdürmüş ve sonra çocuk kaçırmalarına başlamışlar. Olanlardan sonra Domino'da sadece periler yaşamaya devam etmiş. Annem bir kuzeni olduğunu ve adının Bella olabileceğini düşünüyor. Eski yazılarda adına yazılmış şiirler varmış; halası falan yazmış olmalı," dedim.
Lyna,
"Domino tarihi düşündüğümden daha fazlası gibi duruyor," diyerek düşüncelerini paylaştı.
Helios,
"Daha çok korkmamız gereken bir şey var ki: İlk cadılardan biri bizi gözetliyor. Onu nasıl durdurabiliriz?" dedi.
Neptune:
"Tabii ki son tılsımı bularak. Bu sayede kitabı açabilir, onun yaşam enerjisini söndürebiliriz."
Ben lafa girdim:
"Bu sadece bir teori. Ya kitapla bitmezse iş? Hem Ogma, başka bir tılsım olmadığını söylemişti."
Neptune,
"O yaşlı moruk her şeyi tam anlamıyla bilmiyor. Yanılıyor olabilir," diyerek karşılık verdi.
Saat gece yarısını geçtiğinde herkes odalarına çekilmişti. Ben yatağımda uyumaya çalışıyordum, fakat sağa sola dönmekten başka bir şey yapamıyordum. Tam uykuya dalmak üzereyken kapının önünden bir çıtırtı geldi. İlk başta önemsemedim, ama tekrar edince korkmaya başladım.
"Orada kim var?" dedim ve elimde bir alev topu oluşturdum.
Kapıya doğru yaklaştığımda bir anda Ogma içeri girdi.
"Ogma! Senin burada ne işin var?"
Ogma, elimdeki alev topuna bakıp,
"O topu yüzüme atmayacaksın herhâlde. Söndür onu," dedi.
Alevi söndürdüm ve tekrar sordum:
"Burada ne yapıyorsun?"
Ogma,
"Siz haklı olabilirsiniz. Burada farklı bir enerji var, tılsım olabilir," dedi.
"Nasıl yani?"
Beni odadan çıkarıp peşinden sürükledi.
"Burada bir enerji ya da bir sözcük duyuyor musun?" diye sordu.
"Hayır, bir sözcük gelmiyor. Normalde 'Cesaret' duyardım ama bir enerji akışı olduğunu ben de hissediyorum," dedim.
O da tam anlam verememişti fakat yoğun bir enerji hissediliyordu. Bu enerjinin arttığı yöne doğru ilerledik. En alt katlarda, hazine odaları vardı. Burada değerli ve kimsenin ulaşamayacağı eşyalar sergilenirdi.
Son kısma geldiğimizde enerji çok yoğundu ve ortam ciddi şekilde soğumuştu.
"Burası neden bu kadar soğuk?" diye sordu.
Cevabını ben de bilmiyordum. Önümüzde kilitli bir kapı vardı. Ateş gücümle kapıyı erittim ve açtım, metal olduğu için işim kolay olmuştu.
İçeri girdiğimizde bir kutu vardı. Kutuyu açtığımda bir tılsım gördüm.
"Aha! Tılsımı bulduk!" dedim ve elime aldım. Tılsım oldukça soğuktu.
"Peki neden beni o tapınak tarzı yere ışınlamadı?" diye sordum.
Ogma, "Bu tılsım aradığımız tılsımlardan değil. Bu, buraya ait değil gibi duruyor," dedi.
Anlayamadım:
"Nasıl yani, buraya ait değil?"
Sorunu ikimiz de çözememiştik. Bütün Inheritix ekibini uyandırıp tılsımı masaya koyduk ve düşünmeye başladık.
Lyna:
"Bu çok soğuk ve buzdan var olmuş. Buzu temsil eden bir güç yok ki."
Hector:
"Zamanında Domino ve Diamond buzlar altında kalmıştı. Cadıların sihri yüzünden. Alakası var mıdır?"
Ogma:
"Hayır çocuklar. Bu doğrudan buzun varoluşuyla alakalı bir tılsım. Buza ait hiçbir ejderha gücü de bulunmuyor. Turkuaz olan bunu ele alabiliyor."
Ava, saatiyle tılsımın yüzeyini taradı ve kalıntılarını inceledi:
"Benim verilerime göre bu kalıntılar, Diamond gezegeninden."
Ogma şaşkınlıkla ayağa kalktı:
"İmkânsız! Bu nasıl olabilir?"
Göğsüme vurarak:
"Arkadaşlar, bu tılsım her nereye ait olursa olsun, demek ki bir tılsım daha var ve ortaya çıkmadı. Ben bunu ne pahasına olursa olsun bulacağım!" dedim ve hızla oradan ayrıldım.
Bunu söylerken çok ilginç bir şey yaşadım. Her göğsüme vuruşumda "Cesaret" sesini duydum. Bu neye işaretti?
Harika, şimdi Miele ve Flora'nın bölümünü de aynı akıcılıkla düzenliyorum:
(Miele)
"Abla, nasılsın?" diyerek Flora'nın boynuna atladım. Onu görevlerden dolayı uzun zamandır görememiştim; artık ziyaret etmenin zamanı gelmişti.
"Ah Miele! Bu ne sürpriz!" diyerek sarılmama karşılık verdi.
Bahçesindeki sandalyelere oturduk, uzun uzun sohbet etmeye başladık. Ona, kendi ellerimle hazırladığım Magix bitkilerinden getirmiştim. Çiçekleri özlemiş olmalıydı, doyasıya kokladı.
"Öğretmenlik hayatın nasıl gidiyor?" diye sordu.
"Güzel gidiyor. Tabii son olaylardan sonra biliyorsun… Gündemimiz çok değişti," dedim.
Flora iç çekerek,
"Evet, gerçekten hayret ediyorum. Biz Winx olarak zamanında bu tarz kötülükleri yenmek için elimizden geleni yaptık. Ve artık son olduğunu düşünmüştük. Meğerse açıklanmayan daha neler varmış," dedi.
Ben de,
"Evet ama... iyilik ve kötülük dengede olduğu sürece, her zaman dengeyi bozan biri çıkacaktır. Denge, herkese batıyor sonuçta," diyerek gülümsedim.
Flora da hafifçe gülerek,
"Haklısın. O zaman dengeyi koruma sırası Inheritix'te olsun," dedi ve en sevdiğimiz yasemin çaylarından ikram etti.
Çaydan bir yudum alırken,
"Oradayken kuzenimize rastladım. Aşk olsun, hiç haber vermiyorsun; bir kuzenimiz olduğunu bile bilmiyordum," dedim sitemle.
Flora, şaşkın bir ifadeyle bana baktı.
"Kuzenimiz mi?" diye sordu.
Ben de çayımdan bir yudum daha alıp,
"Evet, Terra işte. Uzakta yaşayan Harvey adında bir amcamız olduğunu neden söylemedin?" dedim.
Flora bir anda ciddileşti, elimi tutarak,
"Miele, iyi misin? Biri seni kandırmış olamaz mı? Sen akıllı bir kızsın," dedi endişeyle.
Ne demeye çalıştığını anlamamıştım.
"Hayır abla, ciddiyim. Neden bu kadar garipsedin ki? Lyna'ya da söyledim, o da bilmiyordu," dedim.
Flora ayağa kalktı, yüzüme dikkatlice bakarak,
"Tanrı aşkına Miele... Bizim Terra adında bir kuzenimiz yok. Olamaz da!" dedi.
Ben de ayağa kalktım, şaşkınlıkla sordum:
"Nasıl olamaz? Uzakta bir amcamız yok mu? Siz hiç bahsetmeyince ben de annenle babamın küs olduklarını falan sandım. Uzakta yaşıyordur diye düşündüm."
Flora başını iki yana salladı:
"Miele, bizim Terra adında bir kuzenimiz olamaz. Çünkü babam tek çocuktu. Cidden... biri seni kandırıyor olabilir mi?"
Şok içinde yeniden sandalyeye oturdum.
"Olamaz… Çünkü… seni, kızları, herkesi tanıyor gibiydi," dedim. Sonra birden aklıma bir şey geldi.
"Ama senin ikinci sınıfta okula geldiğini söylemişti. Oysa sen Alfea'ya on altı yaşında başladın ve hiç okul değiştirmedin!"
Flora, elini çenesine koyup etrafta bir o yana bir bu yana dolanmaya başladı.
"Biri seni kandırmış, Miele," dedi ve durup uzun uzun yüzüme baktı.
Kafam allak bullak olmuştu. Biri… beni neden kandırmak istesin ki?
DEVAM EDECEK...