Kral Elmont, yüksek bir sesle tekrar halkına seslendi: "Tamul'un kahraman ruhları arındı. Bu kanla toprağımız yeniden güçlenecek. Muan'a sunduğumuz adak, zaferimizin devamını sağlayacak. Ölülerimizi kutsuyor, yaşayanların da yolunu açıyoruz. Hepiniz tanrılarımızın koruması altında kalın!"
Yanında duran Prens Volric, babasının sözlerini onaylarcasına başını salladı. Görünüşe göre bu tür törenlere alışıktı. Onun için sıradan bir görevmiş gibi duruyordu. Ölen savaşçılar adına minik bir anma ifadesi kullandıktan sonra, rahiplerin meşalelerle yükselttikleri alevi izledi. Belli ki prosedür tamamlanmıştı; Prens basamaklardan ağır adımlarla inmeye başladı, peşinde diğer soylular ve muhafızlar vardı. Kral Elmont ise en son inerek, korumalarının eşliğinde saraya dönmek üzere yola koyuldu. Halk, saygı ifadesi olarak iki yana açılıp yol açtı ve kraliyet kafilesi oradan geçip gitti.
Alevlerin ürkütücü ışıltısı ve yükselen kara duman, meydanda kalan halkı kısa süreli bir sessizliğe sürükledi. Ardından, kalabalık yavaş yavaş çözülmeye, konuşa konuşa birbirine hayırlı günler dilemeye başladı. Bazıları sevinçli, bazıları duygusal bir coşkunun etkisinde gözleri yaşlı, bazıları da cidden korkuya kapılmış halde oradan ayrılıyordu.
Yonari, dehşetle kapladığı dudaklarını ısırarak bir müddet yerinden kıpırdayamadı. Daha önce hiç tanık olmadığı bir acımasızlık ve ilkel ritüel onu sarsmıştı. Tüm teknoloji ve bilim bilgisiyle yetiştiği dünyada olsa, böyle bir şey hayal dahi edemezdi. Burada ise halk için oldukça sıradan bir tören sayılıyordu.
Ateşin turuncu-kızıl alevleri hâlâ yükseliyor, rahipler dualarını mırıldanarak izlemeye devam ediyorlardı. Yaklaşık on, on beş dakika sonra, teker teker herkes meydandan çekilmeye başladı. İşi biten rahipler de binanın iç kısımlarına geçiyor, alevin kontrol altında kalmasına özen gösteriyorlardı. Yerde kalmış kan izlerinin yavaşça solduğunu, sunak taşı üzerinde hala kırmızı lekelerin durduğunu görebiliyordu Yonari.
Sonunda, meydana iyice bir sessizlik çöktü. İnsanlar geride sadece yarı yanan odunların çıtırtısını, rüzgârın uğultusunu bırakarak çekilmişti. Yonari, bir yanda gri-siyah saray duvarlarına, bir yanda kızıl sunağın kavisli silüetine baktı. Kalbi hâlâ korkuyla çarpıyor, zihni "Buradan kaçmalıyım" diye çığlık atıyordu. Ama nereye gideceğini, nasıl bir yol bulacağını, elindeki kristalin işe yarayıp yaramayacağını kestiremiyordu. Bu tören ona Tamul Krallığı'nda işlerin ne kadar ciddi ve sert olduğunu göstermişti.
Geri dönmekten başka çaresi yoktu. Elini hafifçe göğsüne götürüp kristalin üzerine bastırdı, "Ben burada daha ne kadar kalacağım?" diye kendi kendine fısıldadı. Ardından, kalabalığın peşinden o da geri döndü, dar sokaklara karıştı. Moneric Zin'in evine giden yolda, kafasını sürekli sağa sola çeviriyor, az önce gördüğü o kan donduran görüntünün bir anlık hayal değil, gerçek olduğuna inanmaya zorlanıyordu kendini. Bir yandan da "Bu ülkede sakıncalı bulunup, benim kanımı da sunmazlar umarım…" diye derin bir korku yaşadı.
Yolda, bazı insanlar hâlâ törenden konuşuyor, "Tanrı Muan tam zamanında istedi," ya da "Zavallı adamı bir çırpıda kestiler," gibi cümleler kurarak normal bir şeyden bahsediyormuş gibi konuşuyorlardı. Yonari'nin bu gaddarlığa alışması zordu. Kendini zorlayarak sessiz kaldı, çevreyi gözlemleyerek Moneric'in evini buldu. Sokaklar da bir süre sonra eski rutinine döndü; esnaf tezgâhları yeniden açıyor, akşam yaklaşmadan ellerindeki malları satmaya çalışıyor, çocuklar dar aralarda koşuşturuyordu.
Yonari, sonunda tanıdık köşeyi dönerek Moneric Zin'in kapısına vardı. İçeriden gelen tencere şıkırtısı ve hafif ekmek kokusu, ona bir nebze olsun huzur verdi. Kapıyı sessizce itip içeri girdi. Kapı eşiğinde durup gözlerini kapattı, bir an o dehşet verici kurban sahnesi zihninde canlandı. Derin bir nefes aldı. Kendi kendine, "Şimdilik burada sakince kalacağım, ama eninde sonunda bir çıkış yolu bulmalıyım," diye mırıldandı.
Bu sert ve acımasız dünyada her adım yeni bir sürpriz, yeni bir tehlike demekti. Adak Sunağı'nda yanan bedenlerin, kanlı çark ritüelinin ve Tanrı Muan'ın talep ettiği kurbanın görüntüsü, Yonari'nin zihnine kazınmıştı. Eğer bu halkın tanrıları gerçekten böyle bir kan istiyorsa, belki Malken'in teknolojisi ve büyüsü bile onları durduramayabilirdi. Ama kim bilir, belki de tam tersi: Bu diyarın bilinmeyen güçlerini ve geleneklerini biraz daha öğrenir, kendi kristaliyle neler yapabileceğini çözebilirse, burada bir yol bulabilirdi. Şimdilik tek yapabileceği, çok göze batmadan gözlem yapmak, kendini hayatta tutmak ve doğru zaman gelince harekete geçmekti.
Y.G.K Akademisi'nin en alt katındaki geniş laboratuvar salonu, eski çağ tapınaklarını andıran kubbeli bir mimariyle inşa edilmişti; ancak teknolojik cihazlarla tıka basa dolu olduğu için bu benzetme yalnızca uzak bir his veriyordu. Duvarları parlak çelikle kaplanmış, koridorlardan yükselen elektronik vızıltılar insanın kulaklarında hafif bir uğultu yaratıyordu. Burada, yer değiştirme teknolojisinin kalbi sayılabilecek dev makine üzerinde hummalı bir çalışma sürüyordu. Mühendisler, araştırmacılar, büyü ustaları… Hepsi gözlerini holografik panellerden, kabloların ve kristal devrelerinin karmaşık diyagramlarından ayırmıyordu. Laboratuvarın aydınlatması loştu; zira makinenin saçtığı mor ve turuncu renkli parıltı, ortama belli belirsiz bir mistik hava katıyordu.
Başmühendis Deyron'un iki yardımcısı, konsolun önünde ter dökerek yeni keşfettikleri hatayı çözmeye çalışıyorlardı. Metalik klavyelerde parmakları hızla dolaşıyor, arada bir büyüsel bir tasarıma ait semboller yansıtan minik bir kristal tabletle kod dizinini karşılaştırıyorlardı. Derken, laboratuvarın kapısı açıldı ve Lider olarak bilinen, akademi içindeki en kıdemli otorite figürlerinden biri içeri girdi. Uzun siyah cüppesi, göğsünde asılı gümüş renkteki gizemli sembol ve gözlerindeki sert ifade, salondaki herkesi ürkütecek kadar güçlü bir karizmaya sahipti.
"Anlatın bakalım," dedi Lider, soğuk bir sesle. "Sizi bu kadar telaşlandıran hata neymiş öğrenmek istiyorum." Deyron, elleri titreyerek ayağa kalktı. Tek bir tuşa dokunarak holografik ekranı büyüttü ve gösterdi: "Efendim, kod dizininde minik bir dizi hatası bulduk. Ayrıca büyü düzlem dizilişindeki bir uyumsuzluk neredeyse gözümüzden kaçıyordu. Denek 07'nin yer değiştirme sırasında başına gelen felakete bu tetikledi sanıyoruz."
Lider, kaşlarını çatıp ciddi bir tonla sordu: "Gözden kaçırmak ne demek, bilirmisin sen?" Deyron, suçlulukla gözlerini kaçırdı. "Elbette affınıza sığınıyorum… Fakat plazma kaynağı ile büyü kristalini bütünleştiren protokolde, on binde bir ihtimalini hesapladığımız bir sapma varmış. Kimse fark etmemişti."
Tam bu sözleri bitirirken Lider hışımla masaya vurdu. "Burada minik bir hata yüzünden prestij kaybı yaşayamayız. Dünyanın, pardon, evrenin her köşesinden gelen varlıklara, her türlü eğitimi veriyoruz. Yaptığımız işin adı 'mükemmellik' olmalı. Bu hata minimize edilebilecek bir detay değil, kökünden çözülmesi gereken bir mesele. Düzeltin bunu! Bir daha gözden kaçırma olursa…" Gözbebeklerini tehditkâr biçimde kısmıştı. "… gözden kaçan şey gerçekten de gözleriniz olur."
Laboratuvarda ölüm sessizliği çöktü. Hemen ardından Deyron ve ekibi büyük bir telaşla işe koyuldular; kod parçalarını sil baştan denetleyip, büyü ile teknolojinin kesiştiği katmanlarda ince ayar yapmaya giriştiler. Derin bir uğultu eşliğinde makinenin çekirdek kısmı yeniden başlatıldı, plazma devrelerine büyüsel veri akışı tekrar yüklendi. Birkaç saatlik aralıksız çalışmanın ardından, laboratuvar ekranlarında "Sistem Hatası: Giderildi" ibaresi belirdi. Ortamda biriken gergin hava biraz olsun dağıldı. Lider, memnuniyeti çok belli etmese de, "Şimdilik bu kadarı yeter. Deyron, bunu raporla birlikte üst konseyime bildir," diyerek çıktı.
Bu sırada, akademinin başka bir köşesinde, daha doğrusu uzayın derinliğinde görev yapan Y.G.K'ye ait bir keşif gemisinin ekranları parlak kırmızı bir uyarıyla ışıldamaktaydı. Yer değiştirme kazasının ardından Akademi, Denek 07'nin (yani Yonari'nin) tüm bilgilerini dış sınır görevlerindeki gemilere aktarmış, "Onu bulursanız, derhal bildirin," emrini vermişti. Bu bilgiler içinde kapsülü besleyen büyü kristalinin kodları da yer alıyordu: Kristal, her kullanıldığında, evrenin belirli bir kuantum frekansında ufak bir sinyal gönderiyordu. Gemideki pilot ve gözlem subayı, işte bu sinyal takip sistemine gözlerini dikmişti.
"Üçüncü koordinat seti doğrulandı," dedi subay, geminin kalkan monitörüne bakarak. "Zhoros gezegeni, Atea galaksisinin engebeli kolunda yer alıyor. Kapsül sinyali oradan geliyor. Tam olarak sabitlenmiş değil ama Yaklaşık Konum Belirlendi ibaresi yanıp sönüyor." Pilot, geminin dümen sistemine verileri girdi. "Tonoflenya gezegeni de bu galaksi kümesinde yer alıyordu. Demek ki oraya yakın bir hat. Hemen harekete geçiyoruz." Ardından, yüksek ivmelenme motorları devreye girdi ve gemi yıldız ışıkları arasında hızla kayboldu.
Bu sıralarda Tamul Krallığı'nın topraklarında, Yonari için iki gün çoktan geçmişti. O, Moneric Zin'in küçük taş evinde kalmaya devam ediyor, fakat her gün bir bahaneyle dışarı çıkıp sözde "iş" aradığını söylüyordu. Aslında, elindeki büyü kristalini usulca kullanarak sahte para üretmeye başlamış, her seferinde "Biraz para kazandım," diyerek Moneric'e ufak tefek gıda veya kumaş falan getiriyordu. Kadınsa başta sevinse de, meraklı sorular da soruyordu. "Ne tür bir iş buldun sen?" diye ısrar ettiğinde, Yonari geçiştirici bir tavırla "Şu tepedeki terzilerin atölyesinde dikim işi," demişti. Oysa dikiş nakışla ilgili hemen hiçbir şey bilmiyordu. Moneric, gözlerini kısarak şüphelense de "Belki basit bir yamacılık işi veriyorlardır," diye yorum yapmakla yetindi.
Sabahları Yonari, bolca ürettiği kopya paraları cebine atıyor, şehrin farklı köşelerinde alışveriş yaparak vakit geçiriyordu. Yine böyle bir gün, pazar yerinde dolaşırken kalabalık arasından fısıltılar duydu. "Doğudan Conrackt Krallığı'nın kraliçesi gelecekmiş," diyordu bir grup yaşlı kadın. "Aman, kim bilir ne zaman gelir, ne yapar?" diye başka biri ekliyordu. "Belki bir anlaşma, belki savaş, her şey olabilir," dedi bir başkası endişeyle.
Yonari, "Conrackt da neresi?" diye düşündü. Yavaş yavaş, Tamul Krallığı'na komşu veya uzak diğer ülkeleri, krallıkları keşfetmeye başlıyordu. Bu söylentiler arasında "Celenia" ismini de birkaç kez yakaladı ama bu isim tam olarak kimin ya da neyin adıydı, anlayamadı. Kimi "Celenia hanımefendi," diye fısıldıyor, kimi "O muhtemelen Kraliçe'nin danışmanı," diyordu. Bu dedikodular, Yonari'nin kulağında bir yığın belirsiz bilgi olarak uçuştu.
O günün ilerleyen saatlerinde Yonari, şehrin güney tarafına doğru yürüyüşe çıkmıştı. Kafasında bir dolu soruyla, elinde birkaç paket yiyecekle, dar sokaklardan aşağı indi. Sur duvarlarına yakın yerden geçerken, dış mahallelerdeki evlerin daha bakımsız, sokakların çamurlu ve ufak çukurlarla dolu olduğunu fark etti. Burada oynayan çocuklar daha yoksul görünüyor, üstleri başları kir içinde koşuşturuyor, ellerindeki tahta kılıçlarla birbirlerini kovalamaya çalışıyordu.
Yonari'yi görünce, çocuklardan bazıları merakla baktı ama üstünde çok ilginç bir zırh ya da parlak aksesuar olmadığı için hızla oyunlarına döndüler. İçlerinden birinin sesi, Yonari'nin dikkatini çekti: "Hannol Nehri'nin güneyine geçen kimse oldu mu ki?" diye sordu ısrarla. Diğer çocuk, burnunu çekerek, "Olmaz mı, geçen hafta abim oraya giden bir avcı gördüğünü söyledi," dedi. Fakat üçüncü bir çocuk, bütün ciddiyetiyle atıldı: "Bunlar tamamen söylenti. Kimse Hannol'u geçip sağ çıkamadı. Orada hortlaklar ve insanların derisini yüzen canavarlar var," diye abartılı bir hikâye anlattı.
Bunu duyan ilk çocuk, "Saçmalama," diye bağırdı. "Onlar sadece masallardaki yaratıklar. Hem Hannol'u geçmek imkânsız değil, sadece çok güçlü akıntısı var. Belki bir sal ile geçilebilir." Aralarında ateşli bir tartışma sürmeye başladı. Yonari, 'Nehri geçmek yasak mı, yoksa tehlikeli mi?' diye merak etmeye başladı. Bu dünyada her geçen gün yeni efsaneler, yeni tuhaflıklar duyuyor, gerçek mi yoksa korku hikâyesi mi olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Biraz daha yaklaştığında, çocuklar Yonari'yi fark etti ve hafif bir saygıyla kenara çekildiler. Sanki yetişkin görünce utandılar. Yonari de gülümseyerek onlara baktı, "Kolay gelsin çocuklar," diyebildi sadece. O anda, Hannol Nehri'nin nerede olduğunu sormak istedi ama birden bu konunun gizemli ve korkutucu olduğunu hissedip vazgeçti. "Başka bir zaman öğrenirim," diye düşündü. Sessizce yürümeye devam etti.
Şehrin güney sınırına vardığında, surlarla çevrili bir kapıdan daha geçti. Bu kısım, hendek benzeri sulak bir alanla bitiyordu. Öyle çok büyülü bir yer değil, daha çok kasvetli bir vadiye açılan yol gibiydi. Belki bu "Hannol Nehri" vadinin devamında olabilirdi. Yonari orada durup uzaktan manzarayı seyretti: Geniş, kahverengiye çalan bir bozkır uzanıyordu. Havada acı bir ot kokusu vardı. Belli belirsiz, uzak tepelerde sis bulutları dolanıyordu. Gökyüzü açık olsa da, buranın kendi halinde bir ürperti verdiği kesindi.
Bir süre manzaraya baktıktan sonra, geri dönmeye karar verdi. Zaten tam olarak nereye gideceğini bilmiyordu, "Şimdilik her detayı öğrenmek benim için tehlikeli olabilir," diye iç geçirdi. Üstelik, günün ilerleyen saatlerinde Moneric Zin'in yanına uğramak istiyordu. Kadın ona pek çok konuda yardımcı olmuş, kalacak yer vermişti. En azından akşam yemeğini birlikte paylaşabilirlerdi. Bir yandan da aklının bir köşesinde, "Daha ne kadar bu sahte para numarasıyla idare edeceğim?" sorusu vardı. Zira her geçen gün kristalden güç çekiyor, belki Akademi'nin veya başka bir varlığın onu takip etmesine yol açıyordu. Ama o anda bu ihtimali önemseyemeyecek kadar çaresizdi.